http://www.facebook.com/muammer.sezer
07 Kasım 2009 Cumartesi

DOĞALGAZ YATAĞI ÖNEM KAZANMIŞTIR
Doğalgaz fiyatlarının anormal ölçüde artması ve bu artışların devam etmesi ayrıca NABUCCU projesi için doğalgaz temininde çok büyük güçlük çekilmesi sebepleri ile; Erzincan ovasındaki zengin doğalgaz yatağı fevkalade önem kazanmıştır.
İnternette yayınlanan http://milliservet.blokspot com. Web sitesinde Erzincan ovasında Ülkemizin bütün doğalgaz ihtiyacını fazlası ile karşılayacak ve fazlası ihraç edilecek ölçüde çok zengin doğalgaz yatağı bulunduğu konusunda bilgiler verilmiştir.
Bu konuda Devlet Yetkili Makamlarının ve Kurumlarının ilgi göstermesi istenilmiştir.

Devlet Yetkili Makamlarının, Kurum ve Kuruluşlarının bu konuya ilgi göstermeleri ve yardımcı olmaları istenilmiştir.
MTA Genel Müdürlüğünün 1/500.000 ölçekli Erzurum jeolojik haritasında Diyarbakır'ın Hani ilçesi civarında açılan 13 petrol kuyusunda üretim faaliyeti yapıldığı gösterilmektedir. Bu haritada Hani, Erzincan ovası ve civarındaki petrol teşekkülüne müsait yaşlı çökellerin benzer jeolojik yapıtı olduğu görüldüğünden; Erzincan ovası civarında doğalgaz yatağı bulunduğu bir defa daha bilimsel olarak doğrulanmıştır.
TPOA Genel Müdürlüğünün 13.10.2008/3690-019229 sayılı yazıları ile; Erzincan ovası ve civarında petrol ve doğalgaz arama faaliyetinin sürdürüldüğü konusunda bilgi verilmiştir. Aradan bir yıl gibi uzun süre geçtiği halde; Erzincan ovasında varlığı doğa tarafından kesin olarak belirlenmiş bu doğalgaz yatağı konusunda TPOA Genel Müdürlüğünce Erzincan ovasında ciddi arama faaliyeti yapılmadığı ve Genel Müdürlükçe bu doğalgaz yatağı varlığına inanılmadığı anlaşılmaktadır.
Erzincan ovasındaki sondaj ve artezyen kuyuları ile yeraltından çıkan sular; depremler esnasında ısınmadığından ve sıcak sular akmadığından; Erzincan ovasında depremler esnasında trilyonlarca m3 soğuk havayı ısıtan ve ovadaki donmuş karları eriten ısının gökte yanan doğalgaz ısısı enerjisinden ileri geldiği kesin olarak belli olmaktadır.
Doğa tarafından varlığı belirlenen Erzincan ovasındaki bu çok zengin doğalgaz yatağını hiçbir kimse yok edemeyecektir.
Depremler esnasında Erzincan şehrinde ve ovasında bazı yerlerden alevlerin göklere yükseldiği; etrafın nur gibi aydınlandığı, atmosferin sis bulutu ile kaplandığı; gökyüzünün kızıl renge büründüğü; deprem geceleri buz gibi soğuk havanın ısındığı; ovadaki karların eridiği konularındaki gerçekleri Erzincan depremlerini yaşayan sokaktan geçen hamal efendiler dahil, bütün görgü tanıkları tarafından bilindiği halde; bu konudaki gerçekler;
Devlet Yetkili Makamları, Kurum ve Kuruluşlarınca, bilim adamlarımızca ve Üniversitelerimizce bilinmemektedir.
Erzincan depremlerini yaşayan görgü tanıkları yaşamış oldukları bu gerçekleri; Valilik veya Belediye Başkanlıkları vasıtası ile; Devlet Yetkililerine, Milletvekillerine, bilim adamlarına, Üniversitelerimize ve özellik ile Ankara da Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) Başkanlığı'na ve Türkiye Petrolleri (TPAO) Genel Müdürlüğüne bildirildiği taktirde Erzincan ovasındaki bu çok zengin doğalgaz yatağı varlığı en kısa zamanda ortaya çıkacaktır.
Erzincan şehri ve ovasında, bu konuda araştırma, soruşturma ve inceleme yapıldığı ve depremi yaşayan görgü tanıklarıyla bire bir görüşüldüğü takdirde; bu konudaki gerçekler çok daha iyi anlaşılacaktır.
Bu çok zengin doğalgaz yatağı ile Ülkemiz, halkımız ve Erzincan'ın kaderi değişecek; Devletimiz doğalgazda dışa bağımlı olmaktan kurtulacak; vatandaşlarımız çok ucuz doğalgaza kavuşacak; ayrıca, yüz binlerce vatandaşımıza iş imkanı sağlanacaktır.
Bu doğalgaz yatağının işletmeye açılmasıyla; Milyarlarca dolar gereksiz masraf ve israfa neden olacak Mersin AKKUYU ve SİNOP nükleer enerji santrallarının yapılmasından vazgeçilecektir.
Kamuoyuna duyurulur.
Hüseyin Hüsnü GÜREL
İnş. Yük. Müh. (İTÜ-1953) - e.MAİL: hhgure@hotmail.com
WEB: http://milliservet.blogspot.com
TEL: 0312.4181237 - 4179051 - 4391925
Gönderen Yüksek İnşaat Mühendisi, İTÜ-1953
******************************************************
07 Kasım 2009 Cumartesi

BODRUM KAYMAKAMLIĞI
VE HABİTAT TRAFİK KOZASINDAN ÇAĞRI
Konu: HABİTAT Trafik Kozası'nın trafik kurallarına uyma alışkanlığı oluşturmak için başlattığı, örnek bir "KOZA ÇALIŞMASI" ve "YURTTAŞLIK PROJESİ" olarak sürdürülen ve bir "Bodrum Uygulaması"na dönüştürülmek istenen çalışmaya sahip çıkılması.
BODRUM UYGULAMASI
AMACI: Trafik Kozası'nın, neredeyse hiç kimsenin trafik kurallarına gerçek anlamda uymadığı ve uymayanları da uyarmadığı ülkemizde; trafik kazalarının başta gelen etmeni "insan kusuru"nun en aza çekilerek sağlıklı bir trafik ortamının sağlanması için başlattığı çalışma, aktif boyutunda çok az "katılımcı"nın yer almasına karşın üç yıldır devam etmektedir. "İşe yayalardan başlama"yı öngören , sorunun nedenlerini dikkate alan bir yöntem uygulanarak başlatılan bu uygulamada, duyarlı vatandaşların "Trafik Gözcülüğü" olarak tanımladığımız "misyon" niteliğindeki bu görevi üslenerek kırmızıda geçenleri kararlı bir şekilde uyarmaya başlamaları hedef alınmıştır.
"Bodrum Uygulaması" kuralların neden çiğnendiği ve kurallara nasıl alışılabileceği gibi soruların yanıtları araştırılarak toplumla yoğun bir iletişim içinde sürdürülen projenin gelinen aşamasında uygulanabilir bir MODEL olarak gerçekleştirilmiştir.
YÖNTEMİ: Gözlemsel ve sözel iletişim sonucu oluşan bulgular, insanların, kavşaklarda, kuralları, genelde, birbirlerine bakarak (birbirlerini örnek alarak); özelde ise, yaya iken, kendilerine çarpma ihtimali olan (gelen) bir araç, sürücü iken, zarar verebilecekleri yaya ya da başka nesneler yoksa çiğnemekte (kırmızıda geçmekte) olduklarını göstermiştir.
Bir diğer deyişle, insanlar, kendilerinin koydukları kurallara uyma alışkanlığı edinmişlerdir.
Diğer taraftan, insanların, kırmızıda geçtikleri anda yüz yüze gelinerek uygum şekilde uyarıldıklarında, kurala, kaçınılmaz bir suçluluk psikolojisinin baskısı altında, utanarak uyma çabası içine girdikleri görülmüştür. Bu bulgular insanların kurallara nasıl alıştırılabileceklerinin yöntemini saptamamızı sağlamıştır. İnsanların genelde, "utanma duygusu" ile donatıldıkları düşünülerek, yaygınlaştırılarak kararlılıkla sürdürülmesi halinde bu yöntemin etkili bir uygulama olacağı sonucu çıkarılmıştır.
Habitat Konferansı günlerinde Bodrum Garajaltı Kavşağı'nda başlatılan, HABİTAT terminolojisinde "sivil toplum pratiği" olarak tanımlanan bu çalışmada, trafik kurallarına uyma alışkanlığı oluşturmada görülen "aktif eğitim boşluğu"nun doldurulmasına ülke çapında uygulanabilecek bir MODEL'in geliştirilmesi hedef alınmıştı. Proje, bu nedenle, zaman zaman bazı büyük kentlerde de uygulanmıştır. İstanbul Taksim Meydenında ve özellikle Amnkara'da (Kolaylaştırıcılığı geçici olarak üstlenilen Ankara HABİTAT Kozası kurularak) Kızılayu Meydanı Gima önü yaya geçidinde yapılan, devam eden bu çalışma "Bodrum Uygulaması" olarak tanıtılmaktadır.
TANITIM: "Bodrum Uygulaması", geçen üç yıl içinde, her birine bir sergi eşliğinde katılınan, sonuncusu Ankara'da yapılan "Ulaşım ve Trafik Kongresi" gibi toplantılarda kamuoyuna tanıtılmıştır.
Bu uygulamayla ilgili haberler ulusal basında ilgi görmüş; proje ve ilgili yazılara TŞOF ve Gazi Üniversitesi Trafik Mühendisliği ve Uygulaması Ana Bilim Dalı dergilerinde yer verilmiştir.
NEDEN YAYALAR: Trafik Yasası'nın sadece sürücüler değil yayaları da bağlayıcı hükümleriyle bir bütün olduğu, sürücü ve yayalar arasında bir ayırım gözetmediği, sürücülerin de yaya iken diğer yayalar gibi kırmızıda geçtikleri ve trafik suçu işleyenler arasında, anında yüz yüze gelinerek kaza riski yaratmaksızın uyarılabilecek en uygun örneğin yaya olduğu düşünülecek olursa; bu projede neden yayaların hedef alındığı ve uygulama yeri olarak kavşakların seçildiği kolayca anlaşılır.
Diğer taraftan, Trafik Kozası olarak, ilgili yasanın sürücü ve yayaları ayrımsız kapsamakta oluşuna karşın yayalar için öngörülen cezayı uygulamamanın ve trafik eğitiminden (ki, Trafik Kozası, eğitim denilerek okullarda ve sürücü kurslarında verilenin eğitim değil öğretim olduğu iddiasındadır) söz edilirken, yayaları göz ardı ederek sürücülere ağırlık vermenin, sadece sürücüleri eğitmekten söz etmenin yanlış bir yaklaşım olduğu inancındayız. Bu nedenle, yaya iken kırmızıda durma alışkanlığı edinmeyi "iyi bir sürücü" olmanın koşulu olarak görüyor; "yaya iken değil ama sürücü iken kırmızıda duruyorum" diyenlerin en azından kendilerini kandırdığını, bu gibilerin sürücü iken, kırmızıda, büyük olasılıkla, kurala saygıdan değil ceza kaygısıyla durduklarını düşünüyoruz.
SIFIR HOŞGÖRÜ: Yasa tanımazlığın bireyin yaşamında zamanla oluştuğu, suçu ve suçluyu genelde toplumun ürettiği tezi dikkate alınır, buna göre ceza öngörülmüş bir fiili (yaylara ceza hükmünü) hafife alarak hoş görmenin zamanla daha büyük fiiller öncülük edeceği düşünülürse, toplumun neredeyse birlik-beraberlik içinde çiğnemekte olduğu kırmızı ışıkta yaya iken geçme fiiline "sıfır hoşgörü gösterilmesi gerektiği söylenebilir.
HEDEF DEMOKRASİ: Trafik Kozası olarak, "kırmızıda durma"yı, trafiği aşan, bir "toplu yaşam ahlakı" oluşturmayı kapsayan bir kavram olarak düşündüğümüz dikkate alınacak olursa; sürdürülmekte olan uygulamanın; sonuçta, kırmızıda yaptırım korkusuyla değil bir "tolu yaşam ahlakı" bilinciyle duranlardan oluşan, diğer deyişle, kendi kendisini yöneten toplum idealine dönük, daha doğru deyişle, çağdaş demokrasiyi hedef alan bir girişim olduğu görülür.
TRAFİK GÖZCÜLÜĞÜ: Ayrıca, kurallar, yukarıda da işaret edildiği üzere, genelde başkalarına bakılarak, kırmızıda geçen başka insanlar örnek alınarak çiğnendiğine göre, (kurallara) uyma alışkanlığının da , benzer şekilde, başkalarına bakılarak, kırmızıda duranlar örnek alınarak edinileceği de tartışılmaz bir gerçek olarak karşımızdadır. Şu var ki; "iyi" alışkanlıkların "zor", "kötü" alışkanlıkların "kolay" edinildiği hatırlanacak olursa, yukarıda sözü edilen 1Trafik Gözcülüğü"nün, bu geçek dikkate alınarak, bir zaman için özen ve sabırla uygulanması gerektiği görülür.
GÖZCÜLÜK MÜ MÜFETTİŞLİK Mİ?..:
Mevzuatta yer verilen Fahri Trafik Müfettişliği ile karşılaştırıldığında "Gözcülük" için şu fıkradan söz edilebilir:
* Trafikte şikayet sistemin etkin kılmak için düzenlenen Fahri Müfettişlik, trafik suçu işlendikten, deyim yerindeyse, "yumurta kırıldıktan" sonra işleyen bir uygulama olduğu halde, "Trafik Gözcülüğü", yayası sürücüsüyle toplumun tümünü trafik kurallarına alıştırmayı ve suçu işlenmeden önce önlemeyi hedef alan ve eldeki uygulamayla kurumlaştırılmak istenen bir gönüllü girişimdir.
* "Müfettişlik"in, özel koşulları nedeniyle sınırlı sayıda vatandaşın üstenebileceği bir görev oluşuna karşın, misyon niteliğinde bir görev olan "Gözcülük", her duyarlı bireye açık oluşu ve çok kolay bir uygulamayı öngörüşüyle, neredeyse herkesin üstenebileceği bir "rol" dür.
GELİŞTİRİLEN BAZI KAVRAMLAR
KIRMIZIDA DURMAK:
Trafik Kozası, baştan bu yana, toplumla ve konuyla ilgili resmi kuruluşlarla yoğun iletişim içinde sürdürdüğü bu çalışmada, projenin sloganı "Kırmızıda Durmak"ı, "her türlü yanlış iş ve davranış"ı simgeleyen bir kavram olarak yaşama geçirme çabası içinde olmuş ve bunu önemli ölçüde başarmıştır.
SİVİL TOPLUM KURULUŞU VE KİŞİSİ:
Koza (Trafik Kozası), bu tür aktif eğitim çalışmalarını başlatmada görülen örgütlenme zorluklarına bakarak, bu bağlamda Bodrum Uygulamasından çıkarılması gereken dersleri dikkate alarak ve bu amaçla örgütlenmenin adeta bir koşul olarak dayatılmakta oluşuna karşı da bir tepki olarak; bu gibi girişimlerin bireysel olarak da başlatılabileceği ve sürdürülebileceği gerçeğinin altını çizme gereğini duymaktadır. Koza, bu noktadan hareketle, toplumun hafife aldığı açıkça görülen bu tür çalışmalara yalnız başlayanların, ya da başkalarıyla birlikte başladıkları halde yalnız kalındığı nedenle uygulamayı yalnız sürdürenlerin ve yaptıkları çalışmaların ciddiye alınması ve bu gibi işleri üstlenenlerin "Sivil Toplum Kişisi" olarak görülmeleri (Sivil Toplum Örgütü gibi değerlendirilmeleri) gerektiğini savunmaktadır.
"BİR BİRİM DEVLET", "POLİS DEVLETİ", "KAMU YARARINA DERNEK/KİŞİ":
Koza, soyut bir kavram olan "devlet"i oluşturan üç temel öğenin başta gelen unsurunun insan olduğu gerçeğini dikkate alarak; her vatandaşın (insanın) "Bir Birim Devlet"lerden oluştuğu; "Bir Birim Devlet" olma bilincini yaygınlaştırmanın "Polis Devleti" olma gereğini ortadan kaldıracağı; bu bilinçle (sorumlulukla) faaliyet gösteren kişilerin de ", "Kamu Yararına Kişi" sayılmaları (Kamu Yararına Dernek olarak kabul edilmeleri) gerektiğini de savunmaktadır. Bu anlayışa göre, "Kamu Yararına Kişi" sistemden önce kendisini sorgulamasını bile bireydir.
Yıllar önce, Turgutreis Gönüllüleri olarak başlattıkları projelerin de, tüzel kişiliğe sahip olmayışları ya da uygulamanın bireysel görüntüsü nedeniyle hafife alınışının yol açtığı zorlukların ve girişimlerinin aynı nedenle sonuçsuz kalışının doğal sonucu olarak yukarıda sözü edilen kavramları (düşünceleri) üreten Trafik Kozası; sözü edile düşünceler kapsamında çaba gösteren bireylerin, devlet tarafından, bu eylemleri uyarınca muhatap alınmaları, deyim uygunsa baş tacı edilmeleri gerektiği inancındadır.
Bir taraftan. Bir türlü yaşama geçemeyen geleneksel "Devlet-Vatandaş İşbirlşiği" söyleminde devletle işbirliği yapacağı varsayılan vatandaşın tek "kişi" olduğu hatırlanır, diğer taraftan, "Kamu Yaraına Dernek"i, aslında "kişi"leri oluşturduğu düşünülecek olursa; kamu yararına çaba gösteren bir "vatandaş"ın "Kamu Yararına Kişi" sayılma hakkından söz etmesi yadırganamaz.
BAZI BEKLENTİLER
ÖZNE OLMAK: !!!!!!!!! (devam edecek) !!!!!!!!!!1
VE HABİTAT TRAFİK KOZASINDAN ÇAĞRI

BODRUM UYGULAMASI
AMACI: Trafik Kozası'nın, neredeyse hiç kimsenin trafik kurallarına gerçek anlamda uymadığı ve uymayanları da uyarmadığı ülkemizde; trafik kazalarının başta gelen etmeni "insan kusuru"nun en aza çekilerek sağlıklı bir trafik ortamının sağlanması için başlattığı çalışma, aktif boyutunda çok az "katılımcı"nın yer almasına karşın üç yıldır devam etmektedir. "İşe yayalardan başlama"yı öngören , sorunun nedenlerini dikkate alan bir yöntem uygulanarak başlatılan bu uygulamada, duyarlı vatandaşların "Trafik Gözcülüğü" olarak tanımladığımız "misyon" niteliğindeki bu görevi üslenerek kırmızıda geçenleri kararlı bir şekilde uyarmaya başlamaları hedef alınmıştır.
"Bodrum Uygulaması" kuralların neden çiğnendiği ve kurallara nasıl alışılabileceği gibi soruların yanıtları araştırılarak toplumla yoğun bir iletişim içinde sürdürülen projenin gelinen aşamasında uygulanabilir bir MODEL olarak gerçekleştirilmiştir.
YÖNTEMİ: Gözlemsel ve sözel iletişim sonucu oluşan bulgular, insanların, kavşaklarda, kuralları, genelde, birbirlerine bakarak (birbirlerini örnek alarak); özelde ise, yaya iken, kendilerine çarpma ihtimali olan (gelen) bir araç, sürücü iken, zarar verebilecekleri yaya ya da başka nesneler yoksa çiğnemekte (kırmızıda geçmekte) olduklarını göstermiştir.
Bir diğer deyişle, insanlar, kendilerinin koydukları kurallara uyma alışkanlığı edinmişlerdir.
Diğer taraftan, insanların, kırmızıda geçtikleri anda yüz yüze gelinerek uygum şekilde uyarıldıklarında, kurala, kaçınılmaz bir suçluluk psikolojisinin baskısı altında, utanarak uyma çabası içine girdikleri görülmüştür. Bu bulgular insanların kurallara nasıl alıştırılabileceklerinin yöntemini saptamamızı sağlamıştır. İnsanların genelde, "utanma duygusu" ile donatıldıkları düşünülerek, yaygınlaştırılarak kararlılıkla sürdürülmesi halinde bu yöntemin etkili bir uygulama olacağı sonucu çıkarılmıştır.
Habitat Konferansı günlerinde Bodrum Garajaltı Kavşağı'nda başlatılan, HABİTAT terminolojisinde "sivil toplum pratiği" olarak tanımlanan bu çalışmada, trafik kurallarına uyma alışkanlığı oluşturmada görülen "aktif eğitim boşluğu"nun doldurulmasına ülke çapında uygulanabilecek bir MODEL'in geliştirilmesi hedef alınmıştı. Proje, bu nedenle, zaman zaman bazı büyük kentlerde de uygulanmıştır. İstanbul Taksim Meydenında ve özellikle Amnkara'da (Kolaylaştırıcılığı geçici olarak üstlenilen Ankara HABİTAT Kozası kurularak) Kızılayu Meydanı Gima önü yaya geçidinde yapılan, devam eden bu çalışma "Bodrum Uygulaması" olarak tanıtılmaktadır.
TANITIM: "Bodrum Uygulaması", geçen üç yıl içinde, her birine bir sergi eşliğinde katılınan, sonuncusu Ankara'da yapılan "Ulaşım ve Trafik Kongresi" gibi toplantılarda kamuoyuna tanıtılmıştır.
Bu uygulamayla ilgili haberler ulusal basında ilgi görmüş; proje ve ilgili yazılara TŞOF ve Gazi Üniversitesi Trafik Mühendisliği ve Uygulaması Ana Bilim Dalı dergilerinde yer verilmiştir.

Diğer taraftan, Trafik Kozası olarak, ilgili yasanın sürücü ve yayaları ayrımsız kapsamakta oluşuna karşın yayalar için öngörülen cezayı uygulamamanın ve trafik eğitiminden (ki, Trafik Kozası, eğitim denilerek okullarda ve sürücü kurslarında verilenin eğitim değil öğretim olduğu iddiasındadır) söz edilirken, yayaları göz ardı ederek sürücülere ağırlık vermenin, sadece sürücüleri eğitmekten söz etmenin yanlış bir yaklaşım olduğu inancındayız. Bu nedenle, yaya iken kırmızıda durma alışkanlığı edinmeyi "iyi bir sürücü" olmanın koşulu olarak görüyor; "yaya iken değil ama sürücü iken kırmızıda duruyorum" diyenlerin en azından kendilerini kandırdığını, bu gibilerin sürücü iken, kırmızıda, büyük olasılıkla, kurala saygıdan değil ceza kaygısıyla durduklarını düşünüyoruz.
SIFIR HOŞGÖRÜ: Yasa tanımazlığın bireyin yaşamında zamanla oluştuğu, suçu ve suçluyu genelde toplumun ürettiği tezi dikkate alınır, buna göre ceza öngörülmüş bir fiili (yaylara ceza hükmünü) hafife alarak hoş görmenin zamanla daha büyük fiiller öncülük edeceği düşünülürse, toplumun neredeyse birlik-beraberlik içinde çiğnemekte olduğu kırmızı ışıkta yaya iken geçme fiiline "sıfır hoşgörü gösterilmesi gerektiği söylenebilir.

TRAFİK GÖZCÜLÜĞÜ: Ayrıca, kurallar, yukarıda da işaret edildiği üzere, genelde başkalarına bakılarak, kırmızıda geçen başka insanlar örnek alınarak çiğnendiğine göre, (kurallara) uyma alışkanlığının da , benzer şekilde, başkalarına bakılarak, kırmızıda duranlar örnek alınarak edinileceği de tartışılmaz bir gerçek olarak karşımızdadır. Şu var ki; "iyi" alışkanlıkların "zor", "kötü" alışkanlıkların "kolay" edinildiği hatırlanacak olursa, yukarıda sözü edilen 1Trafik Gözcülüğü"nün, bu geçek dikkate alınarak, bir zaman için özen ve sabırla uygulanması gerektiği görülür.

Mevzuatta yer verilen Fahri Trafik Müfettişliği ile karşılaştırıldığında "Gözcülük" için şu fıkradan söz edilebilir:
* Trafikte şikayet sistemin etkin kılmak için düzenlenen Fahri Müfettişlik, trafik suçu işlendikten, deyim yerindeyse, "yumurta kırıldıktan" sonra işleyen bir uygulama olduğu halde, "Trafik Gözcülüğü", yayası sürücüsüyle toplumun tümünü trafik kurallarına alıştırmayı ve suçu işlenmeden önce önlemeyi hedef alan ve eldeki uygulamayla kurumlaştırılmak istenen bir gönüllü girişimdir.
* "Müfettişlik"in, özel koşulları nedeniyle sınırlı sayıda vatandaşın üstenebileceği bir görev oluşuna karşın, misyon niteliğinde bir görev olan "Gözcülük", her duyarlı bireye açık oluşu ve çok kolay bir uygulamayı öngörüşüyle, neredeyse herkesin üstenebileceği bir "rol" dür.
GELİŞTİRİLEN BAZI KAVRAMLAR
KIRMIZIDA DURMAK:
Trafik Kozası, baştan bu yana, toplumla ve konuyla ilgili resmi kuruluşlarla yoğun iletişim içinde sürdürdüğü bu çalışmada, projenin sloganı "Kırmızıda Durmak"ı, "her türlü yanlış iş ve davranış"ı simgeleyen bir kavram olarak yaşama geçirme çabası içinde olmuş ve bunu önemli ölçüde başarmıştır.

SİVİL TOPLUM KURULUŞU VE KİŞİSİ:
Koza (Trafik Kozası), bu tür aktif eğitim çalışmalarını başlatmada görülen örgütlenme zorluklarına bakarak, bu bağlamda Bodrum Uygulamasından çıkarılması gereken dersleri dikkate alarak ve bu amaçla örgütlenmenin adeta bir koşul olarak dayatılmakta oluşuna karşı da bir tepki olarak; bu gibi girişimlerin bireysel olarak da başlatılabileceği ve sürdürülebileceği gerçeğinin altını çizme gereğini duymaktadır. Koza, bu noktadan hareketle, toplumun hafife aldığı açıkça görülen bu tür çalışmalara yalnız başlayanların, ya da başkalarıyla birlikte başladıkları halde yalnız kalındığı nedenle uygulamayı yalnız sürdürenlerin ve yaptıkları çalışmaların ciddiye alınması ve bu gibi işleri üstlenenlerin "Sivil Toplum Kişisi" olarak görülmeleri (Sivil Toplum Örgütü gibi değerlendirilmeleri) gerektiğini savunmaktadır.
"BİR BİRİM DEVLET", "POLİS DEVLETİ", "KAMU YARARINA DERNEK/KİŞİ":

Koza, soyut bir kavram olan "devlet"i oluşturan üç temel öğenin başta gelen unsurunun insan olduğu gerçeğini dikkate alarak; her vatandaşın (insanın) "Bir Birim Devlet"lerden oluştuğu; "Bir Birim Devlet" olma bilincini yaygınlaştırmanın "Polis Devleti" olma gereğini ortadan kaldıracağı; bu bilinçle (sorumlulukla) faaliyet gösteren kişilerin de ", "Kamu Yararına Kişi" sayılmaları (Kamu Yararına Dernek olarak kabul edilmeleri) gerektiğini de savunmaktadır. Bu anlayışa göre, "Kamu Yararına Kişi" sistemden önce kendisini sorgulamasını bile bireydir.
Yıllar önce, Turgutreis Gönüllüleri olarak başlattıkları projelerin de, tüzel kişiliğe sahip olmayışları ya da uygulamanın bireysel görüntüsü nedeniyle hafife alınışının yol açtığı zorlukların ve girişimlerinin aynı nedenle sonuçsuz kalışının doğal sonucu olarak yukarıda sözü edilen kavramları (düşünceleri) üreten Trafik Kozası; sözü edile düşünceler kapsamında çaba gösteren bireylerin, devlet tarafından, bu eylemleri uyarınca muhatap alınmaları, deyim uygunsa baş tacı edilmeleri gerektiği inancındadır.
Bir taraftan. Bir türlü yaşama geçemeyen geleneksel "Devlet-Vatandaş İşbirlşiği" söyleminde devletle işbirliği yapacağı varsayılan vatandaşın tek "kişi" olduğu hatırlanır, diğer taraftan, "Kamu Yaraına Dernek"i, aslında "kişi"leri oluşturduğu düşünülecek olursa; kamu yararına çaba gösteren bir "vatandaş"ın "Kamu Yararına Kişi" sayılma hakkından söz etmesi yadırganamaz.
BAZI BEKLENTİLER
ÖZNE OLMAK: !!!!!!!!! (devam edecek) !!!!!!!!!!1
Gönderen "BİLİNÇ ÜNİVERSİTESİ" TÜRKİYE
********************************
EZELİ DÜŞMANLA RAKS
Mustafa Nevruz SINACI
Siz, Drakula kimdir, nedir, bilir misiniz?
Drakula, Ulah (Germen) asıllı prens III. Vlad (Voyvoda)'dır.
Türkleri alçakça-kalleşçe, canlı-canlı kazığa geçirerek veya vücutlarına kazık çakarak katleden; Korumasız bebek, çocuk, ihtiyar ve kadınlara yönelik mezalimi sayesinde adı tarihe "Kazıklı Voyvoda" olarak yazılan, vampirleşen ilk yarasa türüdür. Karanlık Batı ve her batılı ferdin iliklerine kadar sinmiş Türk-İslâm düşmanlığının en iğrenç örneklerinden biri olan III. Vlad Dracula (Tepeş) kara büyü okulu Scholomance'da öğrendiği büyüler sayesinde ölüm'den korunmuş (1431-1476) döneme damgasını vuran terör-tedhiş ve iğrenç suçlarından olsa gerek yaşarken Vampir'e dönüşmüştür. Goethe gibi İblis'e köle olunca dünyayı ele geçirme ve kana bulama sevdasına düşmüş; Fakat, dünyayı bu karanlık, kirli-kanlı el (crna ruka) ve kâbustan Osmanlı kurtarmış ve kafası kesilerek cehennemin dibine havale edilmiştir.
Papa II. Urbanus
ve Türk (Müslüman) Kemiklerinden Kilise
Peki, ya Çek Cumhuriyeti'nde Sedelik'e giden var mı? . .
Gittiyseniz "Türk ve Müslüman" kemiklerinden mamul kiliseyi görmüşsünüzdür…
Evet, Çek cumhuriyetinin Sedelik kentinde çok korkunç bir kilise var. Adına Kilise denilen bu şeytan tapınağının inşaat malzemesi ne tahta, ne taş ve beton, ne de demir, Tapınak tepeden-temele Türk (Müslüman) kanı ve kemiklerinden mamul.... 1218'lerin sapık papa'sı II. Urbanus haçlı savaşlarında öldürülen Müslüman naaşlarını gurur ve övünme aracı olarak Sedelik'e getirtmiş ve kemiklerinden kilise inşasını emretmiş. Papa'nın isteği üzerine 40.000 Türk'ün mübarek kemikleri derdest edilerek, bu menfur (kirli-kanlı, vahşi ve insanlık dışı yaratığın) emri yerine getirilmiş. Bu iki örnek, Müslümanlara hayâsızca saldıran ve 'terörist' diye iftira eden AB ironisi, iblis damarı, kanı-kimyası bozuk haçlı zihniyetinin gerçek yüzü ve tarihi hakikatini açıklayıp, "bizdeki mukallit, gaflet, hıyanet ve dalalet erbabına" hatırlatmak içindir. Tarihleri kan-kâbus, terör-tedhiş ve lânetle kazınmış sürülere medeni denilemez.
ŞOK RAPOR:
"Ermeniler 2 milyon Osmanlı'yı öldürdü" (ABD, 22 June 2009)
ABD Başkanı Ronald Reagan'ın hukuk danışmanlığını yapan Bruce Fein, sözde Ermeni soykırımı iddialarını değerlendirdi ve Ermenilerin bu iddialarının son derece asılsız olduğunu belirterek: "Reagan'ın başkan olduğu 1981'de bu konu, Beyaz Saray tarafından araştırıldı. Sonuçta Ermenilerin 2 milyon Müslüman Osmanlı'yı katlettiği ortaya çıktı. Ermeni iddialarının asılsız olduğu belgelendi. Bu nedenle Ermeniler, kendi arşivlerini açmıyor, çünkü bu gerçeğin ortaya çıkmasından korkuyorlar…" dedi ve açıklamalarını şöyle sürdürdü:
"Osmanlı İmparatorluğu'nun azınlıklara karşı 'müthiş' sayılabilecek bir hoşgörü, özen ve özveri gösterdiği gerçeğini unutmamak gerekir. Azınlıklar, kendi dini özgürlüklerini ve hayatlarını son derece rahat bir şekilde sürdürdü. Ermeni terör çeteleri I. Dünya Savaşı sırasında Fransa ve Rusya ile birlikte Osmanlıları öldürdü. Bu rakamın 2 milyon civarında olduğu bir gerçek olarak belgelendi. Ermeni kayıplarının ise 500 bin civarında olduğu aynı araştırmalarla kanıtlandı. Ancak burada asıl önemli konu, Ermenilerin ihanetidir. Osmanlı da kendisini savundu. Özellikle ABD'de yaşayan Ermeniler, soykırım yalanı ile büyük getiri sağlıyor. ABD yönetimi de büyük paralar döndüğü için Ermenileri karşısına almak istemiyor. Ermeniler ısrarla kendi arşivlerini açmıyor. Çünkü yıllardır soykırım yalanı ile dönen getirimi kaybetmek istemiyorlar. Arşivler açıldığı anda gerçek ortaya çıkacak."
Mesele şu ki; Hiç kimse, kiminle dans ettiğinin farkında bile değil. Ülkemizde 7 yıldır vahim bir 'bilinç kaybı ve milli şuur erozyonu' yaşanıyor. Elli yıldır gaflet, dalâlet ve hıyanet hâkim! Bu nedenle "açılım" namına sahneye konulanların vahşi, alçak, hain ve kalleş batı'nın 'Türk açılımı', namı diğer 'Şark Mesele'sinden' başka bir şey olmadığı idrak edilemiyor!...
Yani yönetim, gaflet-dalalet ve hıyanet içinde değilse, Yunan Temyiz Mahkemesinin Kıbrıs kararı ile ABD'den mezkür belgeyi alsın ve müzakere masalarına koysun bakalım. *******///*******
AÇILIMLAR VE AÇMAZLAR, Mustafa Nevruz SINACI
Her ne kadar hükümet, 'Akan kanlar dursun; Analar ağlamasın' gerekçesiyle cürmünü cemaate mâl-etmeye; 'milli birlik ve kardeşlik' yalanı ile de, suç teşkil eden eylemini devlet politikası göstermeye çalışıyorsa da nafile. Çünkü olay bir komplo, baskı ve dayatma eseri.
Bakınız!..Yunan Savunma Bakanlığı'na yakınlığı ile bilinen, Amina&Asfalia dergisi yazarı ve strateji uzmanı Dimitris Patsules, Derginin 2009 yılı Temmuz sayısında; "ABD'nin, PKK'yı baskı aracı olarak kullandığını ve tamamıyla yok etmeyeceğini, Güneydoğu Anadolu bölgesinin uzun vadede, ABD ve İsrail'in desteğiyle oluşturulacak 'Büyük Kürdistan'a dâhil edilmesinin planlandığı"nı yazıyor.Makale şöyle:
"ABD askerinin 2010'da Irak'tan çıkması ve bölgede istikrar sağlanması çerçevesinde, PKK ile TC hükümeti müzakereye başlama kararına yöneldi. Şimdiye kadar PKK'ya katlanan ve onu Türkiye'ye karşı baskı unsuru ve sorun aracı olarak kullanan Washington, Afganistan-Pakistan cephesinde ihtiyaçların artmasıyla ABD ordusunun Irak'ta kalamayacağını anladı ve 2007'de politika değiştirerek Ankara ile PKK 'nın tehdit unsuru olarak kalmaması konusunda bir anlaşma yaptı. Karşılığında İsrail'den sonra Amerika'nın Orta Doğu'daki en sadık müttefiki olarak K. Irak'taki Kürt hükümetini tanımasını ve Irak'ın istikrarına yardımcı olmasını istedi.
Sonuçta, Bağdat ve Kuzey Irak Kürt hükümeti, PKK'ya cephe aldı. Örgüt kaçış yolu, eğitim-ikmal ve yeniden organize için üs olarak kullanacağı güvenli bir yer kalmadığı için Türkiye'nin güneydoğusunda eylemlerini sürdüremeyecek.PKK şimdi zor durumda..Çünkü ABD Irak'a istikrar kazandırmak istiyor. Kürtler ise var olan 'devletlerini' koruma peşinde...
Amerika ve İsrail, Orta Doğu'da 'Büyük Kürdistan'ın kurulmasını öngörmekte ve 12 milyon Kürt'ün yaşadığı Türkiye'nin G. Doğusunun bu devlete dâhil edilmesini istemektedir. Bu stratejinin uzun vadede Türkiye'nin çöküşüne neden olacağı unutulmamalı!.."
KRİTİK HAFTA:
Yazar, Ekim sayısındaki "Kürt Meselesindeki Gelişmeler" başlıklı makalesinde: "Kürt meselesi kritik haftaya girmiştir. 25 yıl süren savaştan sonra ilk kez çözüm imkânı, TC'nin bütünlüğünü kurtarma çabalarıyla birlikte görünmektedir. Esasında Washington isterse, bir gecede PKK'yı yok edebilir veya Irak kuvvetlerince temizlenmelerini sağlayabilir. Ancak, ABD şu aşamada PKK'yı yok etmeyi değil, bir süre daha kullanmayı planlamaktadır.. .
Ayrıca, ABD ve AB'nin PKK'ya karşı Türkiye'ye sağladığı yardımlar karşılıksız değil. PKK izole edilmeden siyasi çözüm bulunması talebi ağırlıklıdır. Erdoğan'ın Kürtler için geniş özgürlükleri kapsayan planlar hazırlaması ABD-AB isteğidir. Sonuçta, kaybeden Türkiye'dir. Çünkü çete savaşının bedeli askeri galibiyet değil, hükümetle müzakere ve siyasi bir çözümün kabul ettirilmesi idi. Bu itibarla PKK, hedefine ulaşmayı başarmıştır.
Türkiye ve Kürtler arasında gerçek savaş, artık siyasi arenada sürecektir. Ancak bunun devamı, öngörülen çete harekâtlı baskı manivelası ile mümkündür. Şimdi Erdoğan, Kürtlere mümkün olduğunca az şey vermeye ve PKK'yı silahsızlandırmaya çalışmakta, oysa Kürtlerin amacı özlü haklar ile siyasi, ekonomik ve sosyal yaşamda kendi kaderlerini tayin edebilmedir.
Generaller ve milliyetçi partilerin, Kürtlere serbestiler verilmesine tepkileri mesnetsiz değildir. Her ne kadar, DTP ve PKK'nın askeri sorumlusu Murat Karayılan, federe devlete dair taleplerini terk ederek, Türkiye'yi bölmeyecek bir çözümü kabul ediyor gözükse de; Türk liderler Kürtlerin gelecekte ülkeyi bölmenin ön şartlarını yarattığını, bunun sonucu olarak da, sonuçta bir Kürt devletinin kurulacağını bilmektedirler. İşte bu, İsrail ve ABD'nin hedefidir."
Yunanlı strateji uzmanı D.Patsules olanları böyle açıklıyor. Atina Büyükelçiliğimizin bir tekzip'i var mı? Hayır. Hükümetten tepki, reddiye? Yok. Öyleyse hükümetin "demokratik açılım"ının her ne kadar içeriği belli değilse de, birtakım "ayrıcalık ve serbestiler" kapsadığı tahmin edilen projenin uygulamaya konulması halinde, Dimitris Patsules'un ifade ettiği gibi, bunun uzun vadede Türkiye'nin lehine gelişmeler yaratmayacağı çok açık. (Kaynak: Amina&Asfalia, Sinan Sungur, Odatv.com Kasım-2009)
*******///*******
TABİATIN LANETİ VE GDO TEPKİSİ, Mustafa Nevruz SINACI
Kimsenin aklına gelmez ve "hayati önemi haiz olmasına rağmen" kamuoyu ve halkın gündemine girmezken; 2009 yılı Kasım ayı başında Tarım Bakanlığı'nın ilgili yasa'dan önce, yönetmeliğini yayınladığı GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizma) konusu 'umulmadık bir biçimde" patlama yaptı ve "şok etkisiyle" gündeme oturdu.
Bu, 'genelde dünya; özelde vatan, insan, toprak, bayrak ve doğa (çevre) sevgisinin ne anlama geldiğini ve ne demek olduğunu?' bilenler, rasgele değil, 'bilinçle-inançla' yaşayan, başka deyişle 'diğerkâm' insanlar için çok önemli, sevindirici ve ümit verici bir gelişmedir.
İnşallah bu mücadele sonuç alınıncaya ve halkımıza yönelik kimyasal-biyolojik savaş unsurları def edilinceye kadar, azim, irade, bilim ve kararlılıkla sürer…
Bu 'bilinçlenme ve kutsal olan yaşamı koruma" savaşının sürmesi zorunludur.. .
ÇÜNKÜ: "Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre; hızla çoğalan, çeşitlenen ve artan hastalıkların % 72'sinin kaynağının besinler ve beslenmeye bağlanmakta olduğu" kritik bir dönemde konu, son derece önemli, dolayısıyla güncel olması çok doğru, yerinde ve isabetli….
TABİATIN LANETİ
Ancak, yıllardır amansız hastalıklara neden olan, insanları zayıf düşüren, dirençlerini (antikor özelliğini) kıran, madden-manen büyük zaaf, bedensel-ruhsal hasar ve tahribata neden olan hormonlar ile; Yahudi tekelinde kronik kanser misali; 'kimyasal-biyolojik savaş' unsurları bağlamında ülkemizi saran, insanlarımız, ürünlerimiz, tarım-toprak, su ve ziraatimizi alçakça sabote edip, olumsuz etkileyen tohum konusu ilişkilendirilerek birlikte ele alınmalı ve işlenmeliydi. Maalesef öyle olmadı. Ama buna da şükür.
Lütfen hatırlamaya çalışınız! Aziz Nesin ne demişti?
"Bu ülkede yaşayanların yüzde 60'ı geri zekâlı ve aptal!.."
Aziz Usta bunu söylemeye söyledi, mahkemelik de oldu ama sebebini söylememekle çok büyük bir haksızlık yaptı millete. İşin garibi soran da olmadı. Ama biz, şahsen sormamış olsak da, soranları ve cevabını alanları bulduk, bildik, öğrendik..
Sebebi: 1963'den günümüze giderek yoğunlaşan-yaygınlaşan hormonlu gıdalar!..
İlk izin verenlerin, Atatürk'ün kurduğu (Tohum, fidan, hayvan vd) Islah İstasyonlarını kapatanların ve et, süt, meyve, sebze 'besin-gıda maddesi" namına ne varsa hepsi dahil içine hormon katanların Allah belasını versin!... Usul ve füruğlarına, dahili bedhah (iç düşmanlar) ve harici patronlarına lânet olsun. Sözde bilim adına bunlara arka çıkanların tamamına da…
GDO VE HORMON TEPKİSİ
Hormonlu gıda ve GDO katkılı ürünler, antikor oluşumunu önlemekte ve hastalıklara karşı vücut direncini sıfırlamaktadır. Bu nedenle, DSÖ verilerinin de açıkça gösterdiği gibi dünyada hastalıklar hızla artmakta, Tıp bu artış karşısında aciz kalmakta, milletlerim milli gelir ve servetlerinin en büyük bölümü ise bu durumda sağlığa gitmektedir. Sağlık ve ilâç sektörü ise, büyük ölçüde virüs üreticilerinin elindedir. Yani GDO, suni tohum ve hormon imalatçılarının; Yani, İlâh, İlâç ve Silâh tüccarı vampirlerin elinde…
BİR KAÇ ÖRNEK:
1. Ülkemizin sağlık (sektör, ilâç, alet-edevat, teknik donanım ve tahkim) harcamaları toplamı 50 milyar Dolar/YIL olup; Sosyal Güvenlik yatırım, prim ve idame harcamaları buna dâhil değildir. Üstelik bu 50 milyar dolar tutarındaki miktar bütünüyle gâvura gitmektedir.
2. Yabancı sigara üretim ve satışından önce ülkemizde "sigaradan ve sigaraya bağlı" hastalıklardan ölenlerin sayısı yılda ortalama 15-20 bin iken; Şimdi bu rakam yılda 120 bin kişiye ulaşmıştır. GDO, programlı tohum ve hormon kaynaklı ölüm ve hastalık sayısında ise akıllara durgunluk veren bir artış vardır. Bunu anlamak için 1963-2009 dönemine ait "nüfus ile mukayeseli" hastane, hasta, yatak ve ex sayılarına bir bakmanızda zaruret vardır.
Aşağıda, başta GDO konusu gelmek üzere, buna mümasil, insan sağlığı, doğal bitki varlığı ve bu alanı etkileyen faktörler hakkında mükemmel bir çalışma ve araştırma var.
Yazarı: Gıda Mühendisi Süleyman Akdemir…
Kendisi, aynı zamanda "Tek Çare Kemalizm" isimli kitabın da yazarıdır. (*)
Asla kafa karışıklığına yol açmayacak, son derece net, objektif ve orijinal bilgi, bulgu, tespit ve tavsiyelerle tahkim edilmiş "bu" değerli çalışmayı; Konjonktür gereği aydınlatma görevimizin bir parçası olarak bilgi ve görüşlerinize sunuyorum.
GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ ORGANİZMALAR MI???...
Uygarlığın son yıllarda gösterdiği baş döndürücü gelişmeler, önceleri imkânsız görülen amaçların ve hedeflerin belirlenmesini, onların şekillenmesini etkilemiş, günümüz koşullarında farklı yaşam biçimlerinin insan eliyle oluşmalarına yol açmıştır.
Başka bir deyişle, insanoğlu, doğaya bir ölçüde müdahale etmeye başlamıştır. Bilimsel gelişme ve insanın doğaya müdahalesi, belki de bundan sonraki tartışmaların odak noktasını teşkil edecektir. Var olan teknolojiler ve bunların insanlığın geleceğindeki rolleri konusu ise, tüm dünyada temel tartışmaları da beraberinde getirmiştir.
Son günlerde basın ve televizyon kanallarında, daha önce son derece sağlıklı görülen bir katkı maddesinin yasaklanmasına, yada, insan sağlığı adına tedavi amaçlı kullanılan farmasötik (ilaç formunda) bir ürünün sakıncalarının ortaya çıkmasına dair haberlerin ciddi anlamda yoğunlaşması dikkat çekmekte ve ürkütücü boyutları gözler önüne serilmektedir.
Yıllar boyu sağlık için tüketilen onlarca çeşitli (doğal olmayan) maddelerin yarattığı riskler, üreticileri çok da fazla üzmüş veya ticari kaygıların ağırlığı açısından, standart insanların vicdani sorumlulukları kadar bile etkilemiş gibi görünmemektedir.
Bu tavır sürmekte ve insanlar tarafından beslenme yoluyla alınan her türlü ürün için, birbirine zıt iki farklı anlayışı karşı-karşıya getirmektedir.Kabul edilmiş,yıllarca denendiği için risk değerlendirilmelerinde sorun yaşanmamış, yeni gelişmeleri ve mevcut metodolojiyi savunanlarla, belirlenen süreler için gerekli etkileşim analizlerini yaparak çok yeni atılımları öngören modern moleküler biyoteknolojiyi savunanlar, tamamen karşıt görüşler ileri sürmekte ve mücadele etmektedirler.
Mevcut teknolojileri ve doğal yöntemleri benimseyenler için, genetiği değiştirilmiş organizmalar, (GDO) onlarca yıl sonra ortaya önlenmesi, aşılması mümkün olmayan risklere ve sağlık sorunlarına neden olabilir endişesi ile zaten sıcak karşılanmamaktadır. Genetik alanında sağlanan olağanüstü gelişmeler ve bunların günlük gıdalarla sürekli tüketilir olması, bir zamanların korku filmlerine konu olan frankenstein (frankenşıtayn) türü varlıklar veya metabolizmalar oluşturması riski yüzünden genellikle reddedilmektedir.
Sigaranın kanser riski bile onlarca yıl sonra ortaya çıktığına göre, bakış açısı ile ilgili olarak, hak vermemek elde değildir. Modern moleküler biyoteknolojiyi savunanların, çeşitli kültür bitkilerinin genetik şifreleri ile oynayarak ve aslında bitkilere, bitkilerden değil de, çeşitli mikroorganizmaların genlerinden alınan molekülleri monte ederek sağladıkları avantajlar cazip görünmesine rağmen "hayvanlaşmış bitkiler" ortaya çıkmaktadır.
Süreç içinde hangi olumsuzlukların yaşanacağını tahmin etmek bile bazen çok zorlaşacaktır. Kanser tedavisi için kullanılan ilaçların tedavi etmesi gereken kanseri geliştirdiğinin tespit edilmesi, normal ve kabul edilir deneme sürelerine rağmen ortaya bu sonucun çıkması, bitki genlerine bitkisel olmayan moleküller monte edilmesine karşı çıkanların ellerini doğal olarak güçlendirmiştir.:/…. Devamı var. *****///*****
TABİATIN LANETİ VE GDO TEPKİSİ (2)
Mustafa Nevruz SINACI
Genetiği değiştirilmiş organizmaların gerekliliğini savunan üreticilerin savları ise, genellikle, daha yüksek verimlilik, zararlılardan etkilenmeyen veya zararlıların etkisine daha az maruz kalmış en düşük hasarlı ürün elde edilmesi, hızla artan dünya nüfusu gibi konulardan bahsedilerek desteklenmektedir.
Çeşitli ürün yelpazelerinde yapılan deneyler sonucu alınan neticeleri savunarak, bu şekilde yapılan üretimin gelecekte tek çıkış yolu olarak gösterilmesi ve bunda ısrar edilmesi gibi, belki de kabul edilebilirliğini iyice zorlaştıran bir yaklaşımla sunulması, bu ürünlerin, şüphe edenleri tatmin etmekten uzak bir görünüme bürünmesini sağlamaktadır.
Dünya Sağlık Örgütü araştırmalarında hastalıkların % 72 kaynağının beslenmeye bağlanması, bu açıdan baktığınız zaman ürkütücüdür. Bilimsel gelişmeye karşı çıkmak ve çeşitli buluşları reddetmek, düşünen üreten insan için asla mümkün değildir. GDO larla ilgili çalışmalar ve onları geliştirip insanlığa sunan modern moleküler biyoteknoloji şaşırtıcı bir hızla mesafe almakta, radikal bazı değişimleri de beraberinde getirip güncelleştirmektedir.
Son derece karmaşık, kontrolü güç, hassas ve titizlik gerektiren bir dizi teknoloji uygulamalarıyla elde edilen bu ürünler esas itibarıyla 'genlerle oynamayı' gerektirmektedir.
Tarihe baktığınız zaman mucitlerin yaşamlarını pek zengin olmadan sürdürdüklerini, başka bir deyişle, buluşların kabul edilmesinin öyle kolay bir iş olmadığını biraz da üzülerek izlersiniz. Çünkü teknoloji ve gelişme, sıradan insanlar için, takip edilebilir veya hemen algılanabilir konular değildir. Bir yeniliği takdim edersiniz.
Onlarca yıl geçtikten sonra değeri anlaşılabilir.
Geçen süre insanlık adına kayıp hanesine yazılması gereken ve paranın satın alamadığı tek şey olarak öne sürülen zamandan başka bir şey de değildir.
Son 25 yıl içinde ortaya çıkan genetiği değiştirilmiş ürünlerin de böyle bir süreç yaşaması son derece doğaldır. Bilim adamları ile sıradan vatandaşların aynı konuya çok farklı bakmaları normaldir, mümkündür. Arada ise diğer gelişmelerden farklı bir risk faktörü vardır. Söz konusu olan materyalin etkileyeceği ve belki de geri dönülemez hasarlara yol açacağı varlık, bizzat insanını ta kendisidir.
O halde, konu tamamen insan varlığının geleceği ile ilgilidir. Yanlış beslenmenin, sadece insanların oluşturduğu çevre kirliliğinin, doğal olmayan gıdaların, doğal olup da bilinçsiz yemek hazırlama metotları ile aslında yenmeyecek duruma getirdiğimiz gıdaların ve diğerlerinin insan varlığına yönelttiği tehditler gözden geçirilirse, geleceğimiz adına, her türlü teknolojik gelişmeyi daha çok araştırıp, ince eleyip sık dokumamız gerekmektedir.
Başka bir açıdan baktığımız zaman ise durum gerçekten çok ciddidir.
Aynı konuda, bilim insanlarının bu seviyede farklı düşündükleri ve taban-tabana zıt görüşlere sahip olarak ısrarcı tutum takınmaları olağan bir durumdan çok öte, gerçekte ise acıtıcıdır.
GDO lu ürünlerin Dünya Ticaret Örgütün'ün (DTÖ) baskıları ile bu kadar yaygınlaştırılması, doğal ürünler üzerindeki riskleri, ürünlere karşı çıkanların haklı çıkmaları halinde insanlık için, belki de bir felakete neden olabilecektir.
Savunma mekanizmaları çok güçlü çeşitli hayat formlarının, bu tür ürünlere direnemeyişleri, bu ürünlerin kuşku ile karşılanmasında en büyük etkenlerden biridir. Çünkü, insan organizması, kültür bitki zararlısı diğer canlılarla kıyaslandığı zaman, daha dirençsiz, daha büyük risk altındadır.
Etkilenmesi ise onlarca yıl sonra olabilmektedir. Sürekli yüksek oranda alkol kullanan insanda görülecek olan hasarlar, bazen 40-50 yıl sonra ortaya çıkmaktadır. Acaba yeni geliştirilen genetiği değiştirilmiş organizmaların etkisi kaç yıl sonra ortaya çıkacak veya insan genetiğini de etkileyerek kuşaklar arasında bir deformasyona neden olmayacağı nasıl garanti edilecektir?
Gen teknolojisi en başta, mısır, soya, patates, pamuk, kolza ve domates ürünlerini gündemine almış, yoğun olarak ülkemize girmeye başlamıştır. Son yıllarda yapılan spesifik araştırmalardan kamu oyuna bildirilen bir örneği sizlere sunmak, bir fikir vermesi açısından önemli olabilir.
Pancar şekeri tamamen doğal olan pancar bitkisinden elde edilmektedir.
Doğal yollardan, katkısız, sağlıklı şeker elde etmenin en garantili ve geçerli metodu budur. Ülkemizde kurulan fabrikalardan bazıları ise nişasta bazlı şeker üretmekte ve piyasaya sürmektedirler. Bu üretim biçiminde genellikle GDO lu mısırların yaygın olarak kullanıldığı ise çok yüksek bir ihtimaldir. Önceki yıllarda ortaya çıkan deli dana hastalığının artışı ile, insanlarda rastlanan ve hızla artan Alzheimer hastalığının büyük ölçüde GDOlu ürünlerle ilişkilendirilmesi, durumun zaman içinde yükselen bir tehdit boyutunun da olduğunu gözler önüne sermiştir.
GDOlu ürünler doğal olmayan çevre kirliliği oluşturmakta, diğer bitki formlarını etkilemekte, ekosistemi değiştirmekte ve önemli oranda sosyo-ekonomik sıkıntılar yaratmaktadır. Bir kısım ürünlerde ise baz olarak domuz geni kullanılıyor olması iddiası, işin başka yönüdür. Sağınıza solunuza baktığınız zaman rahatlıkla görebileceğiniz çeşitli allerji vakaları artışı, yine GDOlarla ilişkilendirilmektedir. Alınan toksik (zehirli) maddelerin tasfiyesi ise başlı başına sorun oluşturmakta, ortaya çıkan toksisite (zehirlilik) zor giderilebilmektedir. Antibiyotiklere direnç kazanmış patolojik (hastalık yapan) mikroplar, kanserojenik etkiler, besin değerlerinde görülen bozulmalar ve geliştiği saptanan beri-beri hastalığı da tabloyu genişletmektedir.
En çok dikkat çekmesi gereken konu ise, organik hallerindeyken hayatlarını bu ürünlerle sürdüren doğal bitki zararlıları, aynı bitkinin GDO'lu olanını ASLA YEMEMEKTEDİR.
Doğal ürünlerin öneminin arttığı günümüzde, sahip olduğu coğrafyası ile ve 12600 endemik çeşitliliği ile dünyanın önde gelen bir ülkesi olmamızın farkına varmamızın ve buna göre bir üretim modeli oluşturmamızın zamanı geldi ve geçiyor.
Kontrolsuz, denetimsiz, araştırma laboratuarları eksik ve yetersiz uygulamalarla çağın gerisinde kalarak bu tehditlerin üstesinden gelebilmenin mümkün görülmediği ülkemizde durum gün geçtikce daha vahim bir hal almaktadır.Var olan kaynaklarımızın altın değerinde fırsatlar sunduğu bu coğrafyada, risk oluşturmayan organik gıda üretiminden vazgeçerek, GDO lu ürünleri tercih etmenin, günümüz koşullarında, kendi-kendini tüketmekle eş anlamlı olduğu inancı ile, aziz milletimizin tüm insanlarına, sağlıklı, mutlu ve geleceğinden endişe duymayan bireyler olarak mutlu günler dilerim.
(*) Süleyman AKDEMİR: 1948 yılında Ankara'da doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Ankara'da tamamladıktan sonra A.Ü. Ziraat Fakültesinden mezun oldu. (1969) Almanya'da Goethe Enstitüsünde dil eğitimi aldı. Uzun yıllar ticaretle uğraşan Akdemir, imalât, ihracat ve gıda maddeleri bayiliği gibi çeşitli iş alanlarında faaliyette bulundu. Yurt içi ve yurt dışı araştırmalarını, mesleği gereği "Beslenme ve Koruyucu Hekimlik, Çevre Sağlığı" gibi alanlarda da sürdüren Akdemir'in; Kemalizm, Din, Sosyo-Ekonomik Sistemler ve Felsefe gibi alanlarda da yoğun araştırmaları vardır. "Tek Çare Kemalizm" Akdemir'in ilk kitabıdır.
************
Mustafa Nevruz SINACI; e.MAİL: gercek.demokrat@hotmail.com
WEB: http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com,
Posta: PK, 118 [ 06 442 ] Yenişehir/ANKARA
NOT: Kaynak göstermek şartıyla makaleler yayına izinlidir.
Mustafa Nevruz SINACI
Siz, Drakula kimdir, nedir, bilir misiniz?

Türkleri alçakça-kalleşçe, canlı-canlı kazığa geçirerek veya vücutlarına kazık çakarak katleden; Korumasız bebek, çocuk, ihtiyar ve kadınlara yönelik mezalimi sayesinde adı tarihe "Kazıklı Voyvoda" olarak yazılan, vampirleşen ilk yarasa türüdür. Karanlık Batı ve her batılı ferdin iliklerine kadar sinmiş Türk-İslâm düşmanlığının en iğrenç örneklerinden biri olan III. Vlad Dracula (Tepeş) kara büyü okulu Scholomance'da öğrendiği büyüler sayesinde ölüm'den korunmuş (1431-1476) döneme damgasını vuran terör-tedhiş ve iğrenç suçlarından olsa gerek yaşarken Vampir'e dönüşmüştür. Goethe gibi İblis'e köle olunca dünyayı ele geçirme ve kana bulama sevdasına düşmüş; Fakat, dünyayı bu karanlık, kirli-kanlı el (crna ruka) ve kâbustan Osmanlı kurtarmış ve kafası kesilerek cehennemin dibine havale edilmiştir.

Papa II. Urbanus
ve Türk (Müslüman) Kemiklerinden Kilise
Peki, ya Çek Cumhuriyeti'nde Sedelik'e giden var mı? . .
Gittiyseniz "Türk ve Müslüman" kemiklerinden mamul kiliseyi görmüşsünüzdür…
Evet, Çek cumhuriyetinin Sedelik kentinde çok korkunç bir kilise var. Adına Kilise denilen bu şeytan tapınağının inşaat malzemesi ne tahta, ne taş ve beton, ne de demir, Tapınak tepeden-temele Türk (Müslüman) kanı ve kemiklerinden mamul.... 1218'lerin sapık papa'sı II. Urbanus haçlı savaşlarında öldürülen Müslüman naaşlarını gurur ve övünme aracı olarak Sedelik'e getirtmiş ve kemiklerinden kilise inşasını emretmiş. Papa'nın isteği üzerine 40.000 Türk'ün mübarek kemikleri derdest edilerek, bu menfur (kirli-kanlı, vahşi ve insanlık dışı yaratığın) emri yerine getirilmiş. Bu iki örnek, Müslümanlara hayâsızca saldıran ve 'terörist' diye iftira eden AB ironisi, iblis damarı, kanı-kimyası bozuk haçlı zihniyetinin gerçek yüzü ve tarihi hakikatini açıklayıp, "bizdeki mukallit, gaflet, hıyanet ve dalalet erbabına" hatırlatmak içindir. Tarihleri kan-kâbus, terör-tedhiş ve lânetle kazınmış sürülere medeni denilemez.

"Ermeniler 2 milyon Osmanlı'yı öldürdü" (ABD, 22 June 2009)
ABD Başkanı Ronald Reagan'ın hukuk danışmanlığını yapan Bruce Fein, sözde Ermeni soykırımı iddialarını değerlendirdi ve Ermenilerin bu iddialarının son derece asılsız olduğunu belirterek: "Reagan'ın başkan olduğu 1981'de bu konu, Beyaz Saray tarafından araştırıldı. Sonuçta Ermenilerin 2 milyon Müslüman Osmanlı'yı katlettiği ortaya çıktı. Ermeni iddialarının asılsız olduğu belgelendi. Bu nedenle Ermeniler, kendi arşivlerini açmıyor, çünkü bu gerçeğin ortaya çıkmasından korkuyorlar…" dedi ve açıklamalarını şöyle sürdürdü:
"Osmanlı İmparatorluğu'nun azınlıklara karşı 'müthiş' sayılabilecek bir hoşgörü, özen ve özveri gösterdiği gerçeğini unutmamak gerekir. Azınlıklar, kendi dini özgürlüklerini ve hayatlarını son derece rahat bir şekilde sürdürdü. Ermeni terör çeteleri I. Dünya Savaşı sırasında Fransa ve Rusya ile birlikte Osmanlıları öldürdü. Bu rakamın 2 milyon civarında olduğu bir gerçek olarak belgelendi. Ermeni kayıplarının ise 500 bin civarında olduğu aynı araştırmalarla kanıtlandı. Ancak burada asıl önemli konu, Ermenilerin ihanetidir. Osmanlı da kendisini savundu. Özellikle ABD'de yaşayan Ermeniler, soykırım yalanı ile büyük getiri sağlıyor. ABD yönetimi de büyük paralar döndüğü için Ermenileri karşısına almak istemiyor. Ermeniler ısrarla kendi arşivlerini açmıyor. Çünkü yıllardır soykırım yalanı ile dönen getirimi kaybetmek istemiyorlar. Arşivler açıldığı anda gerçek ortaya çıkacak."
Mesele şu ki; Hiç kimse, kiminle dans ettiğinin farkında bile değil. Ülkemizde 7 yıldır vahim bir 'bilinç kaybı ve milli şuur erozyonu' yaşanıyor. Elli yıldır gaflet, dalâlet ve hıyanet hâkim! Bu nedenle "açılım" namına sahneye konulanların vahşi, alçak, hain ve kalleş batı'nın 'Türk açılımı', namı diğer 'Şark Mesele'sinden' başka bir şey olmadığı idrak edilemiyor!...
Yani yönetim, gaflet-dalalet ve hıyanet içinde değilse, Yunan Temyiz Mahkemesinin Kıbrıs kararı ile ABD'den mezkür belgeyi alsın ve müzakere masalarına koysun bakalım. *******///*******
AÇILIMLAR VE AÇMAZLAR, Mustafa Nevruz SINACI
Her ne kadar hükümet, 'Akan kanlar dursun; Analar ağlamasın' gerekçesiyle cürmünü cemaate mâl-etmeye; 'milli birlik ve kardeşlik' yalanı ile de, suç teşkil eden eylemini devlet politikası göstermeye çalışıyorsa da nafile. Çünkü olay bir komplo, baskı ve dayatma eseri.
Bakınız!..Yunan Savunma Bakanlığı'na yakınlığı ile bilinen, Amina&Asfalia dergisi yazarı ve strateji uzmanı Dimitris Patsules, Derginin 2009 yılı Temmuz sayısında; "ABD'nin, PKK'yı baskı aracı olarak kullandığını ve tamamıyla yok etmeyeceğini, Güneydoğu Anadolu bölgesinin uzun vadede, ABD ve İsrail'in desteğiyle oluşturulacak 'Büyük Kürdistan'a dâhil edilmesinin planlandığı"nı yazıyor.Makale şöyle:
"ABD askerinin 2010'da Irak'tan çıkması ve bölgede istikrar sağlanması çerçevesinde, PKK ile TC hükümeti müzakereye başlama kararına yöneldi. Şimdiye kadar PKK'ya katlanan ve onu Türkiye'ye karşı baskı unsuru ve sorun aracı olarak kullanan Washington, Afganistan-Pakistan cephesinde ihtiyaçların artmasıyla ABD ordusunun Irak'ta kalamayacağını anladı ve 2007'de politika değiştirerek Ankara ile PKK 'nın tehdit unsuru olarak kalmaması konusunda bir anlaşma yaptı. Karşılığında İsrail'den sonra Amerika'nın Orta Doğu'daki en sadık müttefiki olarak K. Irak'taki Kürt hükümetini tanımasını ve Irak'ın istikrarına yardımcı olmasını istedi.
Sonuçta, Bağdat ve Kuzey Irak Kürt hükümeti, PKK'ya cephe aldı. Örgüt kaçış yolu, eğitim-ikmal ve yeniden organize için üs olarak kullanacağı güvenli bir yer kalmadığı için Türkiye'nin güneydoğusunda eylemlerini sürdüremeyecek.PKK şimdi zor durumda..Çünkü ABD Irak'a istikrar kazandırmak istiyor. Kürtler ise var olan 'devletlerini' koruma peşinde...
Amerika ve İsrail, Orta Doğu'da 'Büyük Kürdistan'ın kurulmasını öngörmekte ve 12 milyon Kürt'ün yaşadığı Türkiye'nin G. Doğusunun bu devlete dâhil edilmesini istemektedir. Bu stratejinin uzun vadede Türkiye'nin çöküşüne neden olacağı unutulmamalı!.."
KRİTİK HAFTA:
Yazar, Ekim sayısındaki "Kürt Meselesindeki Gelişmeler" başlıklı makalesinde: "Kürt meselesi kritik haftaya girmiştir. 25 yıl süren savaştan sonra ilk kez çözüm imkânı, TC'nin bütünlüğünü kurtarma çabalarıyla birlikte görünmektedir. Esasında Washington isterse, bir gecede PKK'yı yok edebilir veya Irak kuvvetlerince temizlenmelerini sağlayabilir. Ancak, ABD şu aşamada PKK'yı yok etmeyi değil, bir süre daha kullanmayı planlamaktadır.. .
Ayrıca, ABD ve AB'nin PKK'ya karşı Türkiye'ye sağladığı yardımlar karşılıksız değil. PKK izole edilmeden siyasi çözüm bulunması talebi ağırlıklıdır. Erdoğan'ın Kürtler için geniş özgürlükleri kapsayan planlar hazırlaması ABD-AB isteğidir. Sonuçta, kaybeden Türkiye'dir. Çünkü çete savaşının bedeli askeri galibiyet değil, hükümetle müzakere ve siyasi bir çözümün kabul ettirilmesi idi. Bu itibarla PKK, hedefine ulaşmayı başarmıştır.
Türkiye ve Kürtler arasında gerçek savaş, artık siyasi arenada sürecektir. Ancak bunun devamı, öngörülen çete harekâtlı baskı manivelası ile mümkündür. Şimdi Erdoğan, Kürtlere mümkün olduğunca az şey vermeye ve PKK'yı silahsızlandırmaya çalışmakta, oysa Kürtlerin amacı özlü haklar ile siyasi, ekonomik ve sosyal yaşamda kendi kaderlerini tayin edebilmedir.
Generaller ve milliyetçi partilerin, Kürtlere serbestiler verilmesine tepkileri mesnetsiz değildir. Her ne kadar, DTP ve PKK'nın askeri sorumlusu Murat Karayılan, federe devlete dair taleplerini terk ederek, Türkiye'yi bölmeyecek bir çözümü kabul ediyor gözükse de; Türk liderler Kürtlerin gelecekte ülkeyi bölmenin ön şartlarını yarattığını, bunun sonucu olarak da, sonuçta bir Kürt devletinin kurulacağını bilmektedirler. İşte bu, İsrail ve ABD'nin hedefidir."
Yunanlı strateji uzmanı D.Patsules olanları böyle açıklıyor. Atina Büyükelçiliğimizin bir tekzip'i var mı? Hayır. Hükümetten tepki, reddiye? Yok. Öyleyse hükümetin "demokratik açılım"ının her ne kadar içeriği belli değilse de, birtakım "ayrıcalık ve serbestiler" kapsadığı tahmin edilen projenin uygulamaya konulması halinde, Dimitris Patsules'un ifade ettiği gibi, bunun uzun vadede Türkiye'nin lehine gelişmeler yaratmayacağı çok açık. (Kaynak: Amina&Asfalia, Sinan Sungur, Odatv.com Kasım-2009)
*******///*******

TABİATIN LANETİ VE GDO TEPKİSİ, Mustafa Nevruz SINACI
Kimsenin aklına gelmez ve "hayati önemi haiz olmasına rağmen" kamuoyu ve halkın gündemine girmezken; 2009 yılı Kasım ayı başında Tarım Bakanlığı'nın ilgili yasa'dan önce, yönetmeliğini yayınladığı GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizma) konusu 'umulmadık bir biçimde" patlama yaptı ve "şok etkisiyle" gündeme oturdu.
Bu, 'genelde dünya; özelde vatan, insan, toprak, bayrak ve doğa (çevre) sevgisinin ne anlama geldiğini ve ne demek olduğunu?' bilenler, rasgele değil, 'bilinçle-inançla' yaşayan, başka deyişle 'diğerkâm' insanlar için çok önemli, sevindirici ve ümit verici bir gelişmedir.
İnşallah bu mücadele sonuç alınıncaya ve halkımıza yönelik kimyasal-biyolojik savaş unsurları def edilinceye kadar, azim, irade, bilim ve kararlılıkla sürer…
Bu 'bilinçlenme ve kutsal olan yaşamı koruma" savaşının sürmesi zorunludur.. .
ÇÜNKÜ: "Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre; hızla çoğalan, çeşitlenen ve artan hastalıkların % 72'sinin kaynağının besinler ve beslenmeye bağlanmakta olduğu" kritik bir dönemde konu, son derece önemli, dolayısıyla güncel olması çok doğru, yerinde ve isabetli….
TABİATIN LANETİ
Ancak, yıllardır amansız hastalıklara neden olan, insanları zayıf düşüren, dirençlerini (antikor özelliğini) kıran, madden-manen büyük zaaf, bedensel-ruhsal hasar ve tahribata neden olan hormonlar ile; Yahudi tekelinde kronik kanser misali; 'kimyasal-biyolojik savaş' unsurları bağlamında ülkemizi saran, insanlarımız, ürünlerimiz, tarım-toprak, su ve ziraatimizi alçakça sabote edip, olumsuz etkileyen tohum konusu ilişkilendirilerek birlikte ele alınmalı ve işlenmeliydi. Maalesef öyle olmadı. Ama buna da şükür.
Lütfen hatırlamaya çalışınız! Aziz Nesin ne demişti?
"Bu ülkede yaşayanların yüzde 60'ı geri zekâlı ve aptal!.."
Aziz Usta bunu söylemeye söyledi, mahkemelik de oldu ama sebebini söylememekle çok büyük bir haksızlık yaptı millete. İşin garibi soran da olmadı. Ama biz, şahsen sormamış olsak da, soranları ve cevabını alanları bulduk, bildik, öğrendik..
Sebebi: 1963'den günümüze giderek yoğunlaşan-yaygınlaşan hormonlu gıdalar!..
İlk izin verenlerin, Atatürk'ün kurduğu (Tohum, fidan, hayvan vd) Islah İstasyonlarını kapatanların ve et, süt, meyve, sebze 'besin-gıda maddesi" namına ne varsa hepsi dahil içine hormon katanların Allah belasını versin!... Usul ve füruğlarına, dahili bedhah (iç düşmanlar) ve harici patronlarına lânet olsun. Sözde bilim adına bunlara arka çıkanların tamamına da…
GDO VE HORMON TEPKİSİ
Hormonlu gıda ve GDO katkılı ürünler, antikor oluşumunu önlemekte ve hastalıklara karşı vücut direncini sıfırlamaktadır. Bu nedenle, DSÖ verilerinin de açıkça gösterdiği gibi dünyada hastalıklar hızla artmakta, Tıp bu artış karşısında aciz kalmakta, milletlerim milli gelir ve servetlerinin en büyük bölümü ise bu durumda sağlığa gitmektedir. Sağlık ve ilâç sektörü ise, büyük ölçüde virüs üreticilerinin elindedir. Yani GDO, suni tohum ve hormon imalatçılarının; Yani, İlâh, İlâç ve Silâh tüccarı vampirlerin elinde…
BİR KAÇ ÖRNEK:
1. Ülkemizin sağlık (sektör, ilâç, alet-edevat, teknik donanım ve tahkim) harcamaları toplamı 50 milyar Dolar/YIL olup; Sosyal Güvenlik yatırım, prim ve idame harcamaları buna dâhil değildir. Üstelik bu 50 milyar dolar tutarındaki miktar bütünüyle gâvura gitmektedir.
2. Yabancı sigara üretim ve satışından önce ülkemizde "sigaradan ve sigaraya bağlı" hastalıklardan ölenlerin sayısı yılda ortalama 15-20 bin iken; Şimdi bu rakam yılda 120 bin kişiye ulaşmıştır. GDO, programlı tohum ve hormon kaynaklı ölüm ve hastalık sayısında ise akıllara durgunluk veren bir artış vardır. Bunu anlamak için 1963-2009 dönemine ait "nüfus ile mukayeseli" hastane, hasta, yatak ve ex sayılarına bir bakmanızda zaruret vardır.
Aşağıda, başta GDO konusu gelmek üzere, buna mümasil, insan sağlığı, doğal bitki varlığı ve bu alanı etkileyen faktörler hakkında mükemmel bir çalışma ve araştırma var.
Yazarı: Gıda Mühendisi Süleyman Akdemir…
Kendisi, aynı zamanda "Tek Çare Kemalizm" isimli kitabın da yazarıdır. (*)
Asla kafa karışıklığına yol açmayacak, son derece net, objektif ve orijinal bilgi, bulgu, tespit ve tavsiyelerle tahkim edilmiş "bu" değerli çalışmayı; Konjonktür gereği aydınlatma görevimizin bir parçası olarak bilgi ve görüşlerinize sunuyorum.
GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ ORGANİZMALAR MI???...
Uygarlığın son yıllarda gösterdiği baş döndürücü gelişmeler, önceleri imkânsız görülen amaçların ve hedeflerin belirlenmesini, onların şekillenmesini etkilemiş, günümüz koşullarında farklı yaşam biçimlerinin insan eliyle oluşmalarına yol açmıştır.
Başka bir deyişle, insanoğlu, doğaya bir ölçüde müdahale etmeye başlamıştır. Bilimsel gelişme ve insanın doğaya müdahalesi, belki de bundan sonraki tartışmaların odak noktasını teşkil edecektir. Var olan teknolojiler ve bunların insanlığın geleceğindeki rolleri konusu ise, tüm dünyada temel tartışmaları da beraberinde getirmiştir.
Son günlerde basın ve televizyon kanallarında, daha önce son derece sağlıklı görülen bir katkı maddesinin yasaklanmasına, yada, insan sağlığı adına tedavi amaçlı kullanılan farmasötik (ilaç formunda) bir ürünün sakıncalarının ortaya çıkmasına dair haberlerin ciddi anlamda yoğunlaşması dikkat çekmekte ve ürkütücü boyutları gözler önüne serilmektedir.
Yıllar boyu sağlık için tüketilen onlarca çeşitli (doğal olmayan) maddelerin yarattığı riskler, üreticileri çok da fazla üzmüş veya ticari kaygıların ağırlığı açısından, standart insanların vicdani sorumlulukları kadar bile etkilemiş gibi görünmemektedir.
Bu tavır sürmekte ve insanlar tarafından beslenme yoluyla alınan her türlü ürün için, birbirine zıt iki farklı anlayışı karşı-karşıya getirmektedir.Kabul edilmiş,yıllarca denendiği için risk değerlendirilmelerinde sorun yaşanmamış, yeni gelişmeleri ve mevcut metodolojiyi savunanlarla, belirlenen süreler için gerekli etkileşim analizlerini yaparak çok yeni atılımları öngören modern moleküler biyoteknolojiyi savunanlar, tamamen karşıt görüşler ileri sürmekte ve mücadele etmektedirler.
Mevcut teknolojileri ve doğal yöntemleri benimseyenler için, genetiği değiştirilmiş organizmalar, (GDO) onlarca yıl sonra ortaya önlenmesi, aşılması mümkün olmayan risklere ve sağlık sorunlarına neden olabilir endişesi ile zaten sıcak karşılanmamaktadır. Genetik alanında sağlanan olağanüstü gelişmeler ve bunların günlük gıdalarla sürekli tüketilir olması, bir zamanların korku filmlerine konu olan frankenstein (frankenşıtayn) türü varlıklar veya metabolizmalar oluşturması riski yüzünden genellikle reddedilmektedir.
Sigaranın kanser riski bile onlarca yıl sonra ortaya çıktığına göre, bakış açısı ile ilgili olarak, hak vermemek elde değildir. Modern moleküler biyoteknolojiyi savunanların, çeşitli kültür bitkilerinin genetik şifreleri ile oynayarak ve aslında bitkilere, bitkilerden değil de, çeşitli mikroorganizmaların genlerinden alınan molekülleri monte ederek sağladıkları avantajlar cazip görünmesine rağmen "hayvanlaşmış bitkiler" ortaya çıkmaktadır.
Süreç içinde hangi olumsuzlukların yaşanacağını tahmin etmek bile bazen çok zorlaşacaktır. Kanser tedavisi için kullanılan ilaçların tedavi etmesi gereken kanseri geliştirdiğinin tespit edilmesi, normal ve kabul edilir deneme sürelerine rağmen ortaya bu sonucun çıkması, bitki genlerine bitkisel olmayan moleküller monte edilmesine karşı çıkanların ellerini doğal olarak güçlendirmiştir.:/…. Devamı var. *****///*****
TABİATIN LANETİ VE GDO TEPKİSİ (2)

Genetiği değiştirilmiş organizmaların gerekliliğini savunan üreticilerin savları ise, genellikle, daha yüksek verimlilik, zararlılardan etkilenmeyen veya zararlıların etkisine daha az maruz kalmış en düşük hasarlı ürün elde edilmesi, hızla artan dünya nüfusu gibi konulardan bahsedilerek desteklenmektedir.
Çeşitli ürün yelpazelerinde yapılan deneyler sonucu alınan neticeleri savunarak, bu şekilde yapılan üretimin gelecekte tek çıkış yolu olarak gösterilmesi ve bunda ısrar edilmesi gibi, belki de kabul edilebilirliğini iyice zorlaştıran bir yaklaşımla sunulması, bu ürünlerin, şüphe edenleri tatmin etmekten uzak bir görünüme bürünmesini sağlamaktadır.
Dünya Sağlık Örgütü araştırmalarında hastalıkların % 72 kaynağının beslenmeye bağlanması, bu açıdan baktığınız zaman ürkütücüdür. Bilimsel gelişmeye karşı çıkmak ve çeşitli buluşları reddetmek, düşünen üreten insan için asla mümkün değildir. GDO larla ilgili çalışmalar ve onları geliştirip insanlığa sunan modern moleküler biyoteknoloji şaşırtıcı bir hızla mesafe almakta, radikal bazı değişimleri de beraberinde getirip güncelleştirmektedir.
Son derece karmaşık, kontrolü güç, hassas ve titizlik gerektiren bir dizi teknoloji uygulamalarıyla elde edilen bu ürünler esas itibarıyla 'genlerle oynamayı' gerektirmektedir.
Tarihe baktığınız zaman mucitlerin yaşamlarını pek zengin olmadan sürdürdüklerini, başka bir deyişle, buluşların kabul edilmesinin öyle kolay bir iş olmadığını biraz da üzülerek izlersiniz. Çünkü teknoloji ve gelişme, sıradan insanlar için, takip edilebilir veya hemen algılanabilir konular değildir. Bir yeniliği takdim edersiniz.
Onlarca yıl geçtikten sonra değeri anlaşılabilir.
Geçen süre insanlık adına kayıp hanesine yazılması gereken ve paranın satın alamadığı tek şey olarak öne sürülen zamandan başka bir şey de değildir.
Son 25 yıl içinde ortaya çıkan genetiği değiştirilmiş ürünlerin de böyle bir süreç yaşaması son derece doğaldır. Bilim adamları ile sıradan vatandaşların aynı konuya çok farklı bakmaları normaldir, mümkündür. Arada ise diğer gelişmelerden farklı bir risk faktörü vardır. Söz konusu olan materyalin etkileyeceği ve belki de geri dönülemez hasarlara yol açacağı varlık, bizzat insanını ta kendisidir.
O halde, konu tamamen insan varlığının geleceği ile ilgilidir. Yanlış beslenmenin, sadece insanların oluşturduğu çevre kirliliğinin, doğal olmayan gıdaların, doğal olup da bilinçsiz yemek hazırlama metotları ile aslında yenmeyecek duruma getirdiğimiz gıdaların ve diğerlerinin insan varlığına yönelttiği tehditler gözden geçirilirse, geleceğimiz adına, her türlü teknolojik gelişmeyi daha çok araştırıp, ince eleyip sık dokumamız gerekmektedir.
Başka bir açıdan baktığımız zaman ise durum gerçekten çok ciddidir.
Aynı konuda, bilim insanlarının bu seviyede farklı düşündükleri ve taban-tabana zıt görüşlere sahip olarak ısrarcı tutum takınmaları olağan bir durumdan çok öte, gerçekte ise acıtıcıdır.
GDO lu ürünlerin Dünya Ticaret Örgütün'ün (DTÖ) baskıları ile bu kadar yaygınlaştırılması, doğal ürünler üzerindeki riskleri, ürünlere karşı çıkanların haklı çıkmaları halinde insanlık için, belki de bir felakete neden olabilecektir.
Savunma mekanizmaları çok güçlü çeşitli hayat formlarının, bu tür ürünlere direnemeyişleri, bu ürünlerin kuşku ile karşılanmasında en büyük etkenlerden biridir. Çünkü, insan organizması, kültür bitki zararlısı diğer canlılarla kıyaslandığı zaman, daha dirençsiz, daha büyük risk altındadır.
Etkilenmesi ise onlarca yıl sonra olabilmektedir. Sürekli yüksek oranda alkol kullanan insanda görülecek olan hasarlar, bazen 40-50 yıl sonra ortaya çıkmaktadır. Acaba yeni geliştirilen genetiği değiştirilmiş organizmaların etkisi kaç yıl sonra ortaya çıkacak veya insan genetiğini de etkileyerek kuşaklar arasında bir deformasyona neden olmayacağı nasıl garanti edilecektir?
Gen teknolojisi en başta, mısır, soya, patates, pamuk, kolza ve domates ürünlerini gündemine almış, yoğun olarak ülkemize girmeye başlamıştır. Son yıllarda yapılan spesifik araştırmalardan kamu oyuna bildirilen bir örneği sizlere sunmak, bir fikir vermesi açısından önemli olabilir.
Pancar şekeri tamamen doğal olan pancar bitkisinden elde edilmektedir.
Doğal yollardan, katkısız, sağlıklı şeker elde etmenin en garantili ve geçerli metodu budur. Ülkemizde kurulan fabrikalardan bazıları ise nişasta bazlı şeker üretmekte ve piyasaya sürmektedirler. Bu üretim biçiminde genellikle GDO lu mısırların yaygın olarak kullanıldığı ise çok yüksek bir ihtimaldir. Önceki yıllarda ortaya çıkan deli dana hastalığının artışı ile, insanlarda rastlanan ve hızla artan Alzheimer hastalığının büyük ölçüde GDOlu ürünlerle ilişkilendirilmesi, durumun zaman içinde yükselen bir tehdit boyutunun da olduğunu gözler önüne sermiştir.
GDOlu ürünler doğal olmayan çevre kirliliği oluşturmakta, diğer bitki formlarını etkilemekte, ekosistemi değiştirmekte ve önemli oranda sosyo-ekonomik sıkıntılar yaratmaktadır. Bir kısım ürünlerde ise baz olarak domuz geni kullanılıyor olması iddiası, işin başka yönüdür. Sağınıza solunuza baktığınız zaman rahatlıkla görebileceğiniz çeşitli allerji vakaları artışı, yine GDOlarla ilişkilendirilmektedir. Alınan toksik (zehirli) maddelerin tasfiyesi ise başlı başına sorun oluşturmakta, ortaya çıkan toksisite (zehirlilik) zor giderilebilmektedir. Antibiyotiklere direnç kazanmış patolojik (hastalık yapan) mikroplar, kanserojenik etkiler, besin değerlerinde görülen bozulmalar ve geliştiği saptanan beri-beri hastalığı da tabloyu genişletmektedir.
En çok dikkat çekmesi gereken konu ise, organik hallerindeyken hayatlarını bu ürünlerle sürdüren doğal bitki zararlıları, aynı bitkinin GDO'lu olanını ASLA YEMEMEKTEDİR.
Doğal ürünlerin öneminin arttığı günümüzde, sahip olduğu coğrafyası ile ve 12600 endemik çeşitliliği ile dünyanın önde gelen bir ülkesi olmamızın farkına varmamızın ve buna göre bir üretim modeli oluşturmamızın zamanı geldi ve geçiyor.
Kontrolsuz, denetimsiz, araştırma laboratuarları eksik ve yetersiz uygulamalarla çağın gerisinde kalarak bu tehditlerin üstesinden gelebilmenin mümkün görülmediği ülkemizde durum gün geçtikce daha vahim bir hal almaktadır.Var olan kaynaklarımızın altın değerinde fırsatlar sunduğu bu coğrafyada, risk oluşturmayan organik gıda üretiminden vazgeçerek, GDO lu ürünleri tercih etmenin, günümüz koşullarında, kendi-kendini tüketmekle eş anlamlı olduğu inancı ile, aziz milletimizin tüm insanlarına, sağlıklı, mutlu ve geleceğinden endişe duymayan bireyler olarak mutlu günler dilerim.
(*) Süleyman AKDEMİR: 1948 yılında Ankara'da doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Ankara'da tamamladıktan sonra A.Ü. Ziraat Fakültesinden mezun oldu. (1969) Almanya'da Goethe Enstitüsünde dil eğitimi aldı. Uzun yıllar ticaretle uğraşan Akdemir, imalât, ihracat ve gıda maddeleri bayiliği gibi çeşitli iş alanlarında faaliyette bulundu. Yurt içi ve yurt dışı araştırmalarını, mesleği gereği "Beslenme ve Koruyucu Hekimlik, Çevre Sağlığı" gibi alanlarda da sürdüren Akdemir'in; Kemalizm, Din, Sosyo-Ekonomik Sistemler ve Felsefe gibi alanlarda da yoğun araştırmaları vardır. "Tek Çare Kemalizm" Akdemir'in ilk kitabıdır.
************
Mustafa Nevruz SINACI; e.MAİL: gercek.demokrat@hotmail.com
WEB: http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com,
Posta: PK, 118 [ 06 442 ] Yenişehir/ANKARA
NOT: Kaynak göstermek şartıyla makaleler yayına izinlidir.
Windows Live: Arkadaşlarınız size e-posta gönderdiklerinde Flickr, Twitter ve Digg güncellemelerinizi öğrenirler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.